26 Eylül 2012 Çarşamba

Tekne


            Bir teknemiz var bizim kardeşim: Tekne diyorum, ama böyle içinde kalmalı falan… Tam yat gibi de değil; onun, biraz ufağı. Bize (üç kişi) yetecek kadar yer var. Ama güvertesinde ise, o-hoo… Onun arkadaşları gelir, akrabası gelir, ablası, abisi gelir…
            Bazı geceler kalabalık olur, iskeleden çözemeyiz ipi. Ya batacak kadar kalabalık olmuşuzdur ya da kaptan, batıracak kadar çözülmüş.
            Bazı geceler ise bir sessiz olur bu tekne; rakı kadehleri bile sessizce konur ufak masanın üzerine.
            Sessiz geceler haberli gelir buraya. Bilinir; sessizliği getiren, sessizliği bozacak olandır. Ardı ardına kadehler dolar, dalga dalga iskeleden uzaklaşırken…
            Şöyle hem kıyıdan, hem de kendimizden uzaklaştığımız o anda, yeniden doldurulan kadehlerle çözülür her şey. Kahkalar atılır, sitemler edilir, yeri gelir tüm bu dünyanın adaleti süzülür… ama her şeyin sonunda, gün doğarken,hayal kurulur.
            Hayal kurulur ki, iskeleden çözdüğümüz ipleri kaybetmeyelim.
            Şöyle ufaktan, allengirli-göz alıcı renklerden geçişi olan bir lamba olur güvertede. Sahilden bakıldığında dikkat çekmesi bize yeter. Hem ışığımız patlar sahildeki gözlerde, hem de kahkahalarımız sarar sahili.
            Aklımıza eser, caddebostana yaklaşırız, aklımıza eser adalara doğru çeviririz rotamızı. Aheste aheste gider tekne, biz de bir öyle güvertesinde.
            En cafcaflı zamanları yazındır. Çünkü hayallerimizin tam mevsimidir. Istanbul’dan uzaklaşmamızın mevsimidir. Bir güzel olur, sokaklarını arşınlamadığın bir şehrin ışıkları karşısında demirlemek.
            Bir bir yudumlarken kadehini, “O değil de, yarın bi inelim gezelim şuraları. Ne var ne yok; canlı mı, heyecanlı mı?” diye söz açarsın. O konu birkaç saat akar…akar da tok tutar.
            Bir kalıp peynirle de içilir, dünden kalma soğuk yaprak-dolmasıyla da… Yani benim canım kardeşim; sıcaktan – soğuğa… anlatabiliyor muyum?
            Gidilecek yerimiz olur, gitmeyiz. Diyecek sözümüz olur, demeyiz. Söyleyecek şarkımız olur, söylemeyiz… Ama… biz ayrı olsak da hep birlikteyiz be canım kardeşim.
            Şöyle açıldık mı denize bir akşam vakti; ne dalgalar geçerken teknenin altından, ne düşünceler sarar zihnimizi. Aramak, konuşmak isteriz de; telefon çekmez be kardeşim. Biz ne yaşarsak, ne hissedersek o teknede yaşar-hisseder orada bırakırız canım kardeşim. Bizim öyle kolay kolay devrilmememizin nedeni budur.
            Anlatabiliyor muyum canım kardeşim?

19 Eylül 2012 Çarşamba

Ölümün Düşsel/Gerçekliği Üzerine


             Yaşayan her canlı ölümle doludur. Çünkü o, yaşama iradesidir.
            Ben doğmadan önce ‘ben’ isem, ve her ‘ben’ diyen doğmazdan önce ‘ben’ ise; ölümden sonra da ‘ben’ olacaktır.
            --Bu durumda ebedi sonsuzluk mevcuttur.
            Ancak bu iki zamanın (doğmazdan önce-ölümden sonra) arasına ‘hayat’ gibi kısa ve sınırlı ‘düş’ girer. Bu konumda hayata ‘düş’ demek mümkündür; doğum ile ölüm arasında bulunan bir uyku halidir.
            Ölü bir bedeni belli eden, yüzündeki mimiksizlik ve soğuk tenidir. Bu bedene bakınca; onun kan akışını sağlayan ve yaşamasını sağlayan ‘bir şey’in artık onda olmadığını söyleyebiliriz. Buna, beynin de ötesinde, ruh veya zihin denebilir.
            Ölüm anında zihin bedeni terk eder.
            Ve, doğumdan öncesi bir ‘hiç’ ise; ölümden sonra da ‘hiç’ olacaktır.
            Epikuros: “Biz varken ölüm yoktur. Ölüm varken biz yokuz.”
            Fakat, doğmazdan önce bir ‘ben’ yoktur. Farkındalık olmadığı gibi, zihnin varlığından da söz edilemez. Bununla birlikte, ölümden sonraki hayatın, doğumdan önceki zamandan hiçbir farkı yoktur. İkisi de ‘hiç’liktir.
            Netice olarak; hayat, bir ‘düş’ olarak algılanabilir, ya da tamamiyle ve tek gerçekliktir. Doğumun ve ölümün olduğu kadar gerçek.

-Not Defterinden-