11 Mart 2013 Pazartesi

Naif


Naif.
Omuzları çökük, başı ağır bir delikanlı,
Bir zamanlar.
Şimdi aklar düşmüş saçına,
Yağlı, biraz kepekli.
Bir kahvehane masası üzerinde kavuşturmuş ellerini.
Kara kara düşünüyor.
Neler kaybetti,
Kazandı.
Yorgun düşmüş elleri
Nasır.
Çalışmak istemez.
Gönlü zengin ama
Bedeni  kalmış fakir.
Hiç bir şey istemez yüreği
Zaten sevmiş hayatı, hayattakileri
Ama durmaz karnı guruldar
Koca bir çığlık gibi
Yankı bulur, savrulur.
Kimden ne eksiği olduğunu düşünür durur.
Onun da iki gözü var iki de kaşı.
Ne yatağı var sıcak, ne de aşı.
Yine de şükreder
Lanet gibi yükselir.
Siması korkutur kimilerini
Fakat dostluğunun bulunmaz eşi.
Koca delikanlı ağlar
Kurur göz yaşları da
Yüreği ağlar
Inletir yeri göğü,
şimdi kıpkırmızı koca delikanlının gözü.
Elleri çalışmak istemez ama
Omuzunda yükler.
O kendini affetse de
Hayat onu affetmez.

2 Mart 2013 Cumartesi

Kuruntu


Konunun özüne indiğimizde koca bir boşluk gördük. Konu bile sayılamayacak cümleler silsilesi içerisinde, bir öz varmışçasına içini doldurup konuştuk. Ne somut bir şey vardı ortada, ne de bu soyutluk içerisinde bir öz. İçi boşluk dolu bir konu. Ve bu konu her ikimizi de üzmeye yetebiliyordu.
            Anlamadığım nokta buradaydı işte; içi boş cılız bir kavramın her ikimizi de üzüntüye boğması nasıl mümkün olabiliyordu?
            Sonra fark ettim. Konu değildi bizi üzen. Biz’dik. Yine, beraber yaptığımız bir eylem içerisinde birbirimize etki ediyorduk ‘iyi’ ve ‘kötü’. Konu boş olduğu için içini kolaylıkla doldurabiliyor ve söyleyebiliyorduk.
            İçi boş olan her düşünce kuruntudan ibarettir. Ve boş olan her zaman daha büyük görünür. Boş bir odaya daha sonra sığamamak gibi...