Şöyle bir çevirip baktı ellerine. Küçücük avuçları vardı.
Üzerinde uzun çizgiler… Daha önce hiç bu kadar dikkatli bakmamıştı ellerine ya
da ilk defa böylesine düşüncesiz bakıyordu. Görmek için düşünmemek gerekiyordu.
Önce ‘görmek’ sonra ‘düşünmek’…
İlk defa
böylesine ağırlaşmıyordu başı elbette. İlk defa sessizlik bastırmıyordu aklını.
Ama o ilk defa böylesine dikkat etmişti kendisine. Ne kadar da küçük avuçları
vardı. Oysa, ne kadar çok şeye sahip olduğunu düşünürdü. İnsanın kalbi, bir
yumruğu kadarsa, bu küçücük kalbine neler sığdırmaya çalışmıştı. Küçük bir
çocuğun oyuncak kutusu gibi ağzına kadar dolu olmalıydı içerisi. Aynı zamanda
rengarenk…
Ne ilkini
yaşıyordu ne de sonunu. Sadece fark ediyordu. Önce baktı, sonra düşündü. Hiç
konuşmaması gerekiyordu, çok geç oldu. Hiçbir şeye sahip değildi. Hem bu
küçücük elleriyle nasıl olabilirdi. Bir yumruk kadar kalbi, ona sert bir
yumruktan daha ağır geliyordu.
Kapattı
ellerini, masanın üzerine koydu. Parmaklarını iyice açtı. Şimdi bu eller, tüm
sahip olduğunu düşündüğü şeylere ‘sahip’miş gibi görünüyordu. Bu açılmış eller,
elbette ona bir şeyler kazandırmıştı. Duraksadı: Çünkü bakarken düşünüyordu.
Susması gerektiği yerde, konuştuğu gibi. Ve tıpkı, ellerini açması gerektiği
yerde yumruk yaptığı gibi.