Küçük bir çocuk kadar masum olduğunu düşündüğünde kayboldu
hayatın içinde, işte tam o anda. Ama hayat; küçük bir çocuğun oynayamayacağı
kadar adaletsiz ve acı doluydu.
Vücudu
sarsılarak ağlıyor, küçük ve terlemiş avuçlarında peçeteler buruşturuyordu.
Burnunun kenarları silinmekten kızarmıştı. Yanıyor olmalı diye düşündüm. Umursamıyorum.
Burnunu çekti, cam sehpanın üzerinden şarap kadehini eline tekrar aldı. Vücudu
böylesine titriyorken bir de şarap mı içecekti. Onu bu hale benim getirdiğimi
düşüneceksin, hayır. Ben değilim onu böyle yapan. Aslında tam olarak şuan
içtiği şarap onu bu hale getirdi.
Şarap; ne kadar da romantik bir
içki. Tek başına içince büyük bir yalnızlık odası hazırlarken sana, birlikte
içerken nasıl da içini kaynatıyor seni utandırıyor.
Elindeki kadehi ince belinden
tutarak bir tur çevirdi ve dudaklarına götürdü. Sonra derin bir nefesle aldığı
yudumu derin bir nefesle yuttu. Kadehi cam sehpanın üzerine bırakırken büyük
bir ses çıktı. Cam sehpalardan nefret ediyorum. Üzerine bir şey konulacak
eşyanın bu kadar kırılası ve ses çıkarıcı olmaması gerekiyor. Tam bir saçmalık.
Güzellik için kullanışlılığı yok ediyoruz.
“Unutmalısın.” Dedim. İlk birkaç
dakika beni duymadığını düşündüm. Ne bana bakıyor ne de bir şey söylüyordu
şimdi. Öylece oturmuş, dizlerini çenesine kadar çekmiş sehpanın üzerinde duran
buruşturduğu peçetelere bakıyordu. Ağlaması biraz dinmişti.
“Haklısın, unutmalıyım.” Dedi
dakikalar sonra. Aslında ‘unutamamak değil sürekli hatırlamaktı’ onun canını
acıtan. Birisinin açtığı yarayı bir
diğeri asla kapatamaz. Ama ben burada oturmuş onu dinliyordum. Tek taraflı
anlattığı her şeyde küçük bir çocuk kadar masumdu, evet, ve bu masumluk onun o
cıvık ilişkisini mi bitirmişti yani!? Kendini, olduğu şeyi görmezden gelip
ağlıyordu. Düzeltemeyeceğim bir şey için oturup dil döküyordum. Sıkılmıştım.
“Bak, bu böyle olmaz. Git konuş.
Ya da buluşun, içinizdekileri söyleyin birbirinize. Bir orta yol bulunur.”
dedim. Çünkü ayrılmalarından beri –tam 9 gün- telefonum susmuyordu. Beni arayıp
dertleşmek istediğini. Benimle konuşmayı, dertleşmeyi çok sevdiğini söylüyordu.
Sonunda kazanmıştı işte, onu dinliyordum. Çözüm üretmeye çalışıyordum. Ama o
her çözümüme bir şey bulup ağlıyordu. Aslında sadece ağlamak istiyordu. “Orta
yolu bulamayız. Biz ayrıldık. Ayrıldık işte. Böyle olması gerekiyormuş.” dedi.
Bu sözüyle sanki ben onların ilişkisi için kıvranıyormuşum gibi hissettim.
Madem böyle olması gerekiyordu, neden ağlıyorsun!?
O akşam saatlerce içtik, o ağladı
ben sıkıldım. Çünkü ben onun en yakın arkadaşı falan değildim. Arkadaşı bile
değildim. O ağladıkça ben sıkıldım. Saatlerce içtik. Sonra o bana “sen çok iyi
birisin. Hep benim dostum olarak kal. Dostum benim.” Diyerek dizimde sızdı.
O geceden bir hafta sonra
barıştılar. Tekrar cıvık ilişkilerini yaşamaya ve paylaşmaya devam ettiler. Ve
beni hiç aramadı. –Sanki aramasını bekliyordum.- Onun sahte dostu olarak
hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Ve şarabın yalnız içilince güzel bir şey
olduğunu bir kez daha anlamış oldum.
“Dostlarım!
Dost diye bir şey yoktur.” dedi şehrin meydanında, ölmek üzere olan bir
filozof.