24 Ağustos 2013 Cumartesi

Dostlarım

            Küçük bir çocuk kadar masum olduğunu düşündüğünde kayboldu hayatın içinde, işte tam o anda. Ama hayat; küçük bir çocuğun oynayamayacağı kadar adaletsiz ve acı doluydu.
            Vücudu sarsılarak ağlıyor, küçük ve terlemiş avuçlarında peçeteler buruşturuyordu. Burnunun kenarları silinmekten kızarmıştı. Yanıyor olmalı diye düşündüm. Umursamıyorum. Burnunu çekti, cam sehpanın üzerinden şarap kadehini eline tekrar aldı. Vücudu böylesine titriyorken bir de şarap mı içecekti. Onu bu hale benim getirdiğimi düşüneceksin, hayır. Ben değilim onu böyle yapan. Aslında tam olarak şuan içtiği şarap onu bu hale getirdi.
Şarap; ne kadar da romantik bir içki. Tek başına içince büyük bir yalnızlık odası hazırlarken sana, birlikte içerken nasıl da içini kaynatıyor seni utandırıyor.
Elindeki kadehi ince belinden tutarak bir tur çevirdi ve dudaklarına götürdü. Sonra derin bir nefesle aldığı yudumu derin bir nefesle yuttu. Kadehi cam sehpanın üzerine bırakırken büyük bir ses çıktı. Cam sehpalardan nefret ediyorum. Üzerine bir şey konulacak eşyanın bu kadar kırılası ve ses çıkarıcı olmaması gerekiyor. Tam bir saçmalık. Güzellik için kullanışlılığı yok ediyoruz.
“Unutmalısın.” Dedim. İlk birkaç dakika beni duymadığını düşündüm. Ne bana bakıyor ne de bir şey söylüyordu şimdi. Öylece oturmuş, dizlerini çenesine kadar çekmiş sehpanın üzerinde duran buruşturduğu peçetelere bakıyordu. Ağlaması biraz dinmişti.
“Haklısın, unutmalıyım.” Dedi dakikalar sonra. Aslında ‘unutamamak değil sürekli hatırlamaktı’ onun canını acıtan.  Birisinin açtığı yarayı bir diğeri asla kapatamaz. Ama ben burada oturmuş onu dinliyordum. Tek taraflı anlattığı her şeyde küçük bir çocuk kadar masumdu, evet, ve bu masumluk onun o cıvık ilişkisini mi bitirmişti yani!? Kendini, olduğu şeyi görmezden gelip ağlıyordu. Düzeltemeyeceğim bir şey için oturup dil döküyordum. Sıkılmıştım.
“Bak, bu böyle olmaz. Git konuş. Ya da buluşun, içinizdekileri söyleyin birbirinize. Bir orta yol bulunur.” dedim. Çünkü ayrılmalarından beri –tam 9 gün- telefonum susmuyordu. Beni arayıp dertleşmek istediğini. Benimle konuşmayı, dertleşmeyi çok sevdiğini söylüyordu. Sonunda kazanmıştı işte, onu dinliyordum. Çözüm üretmeye çalışıyordum. Ama o her çözümüme bir şey bulup ağlıyordu. Aslında sadece ağlamak istiyordu. “Orta yolu bulamayız. Biz ayrıldık. Ayrıldık işte. Böyle olması gerekiyormuş.” dedi. Bu sözüyle sanki ben onların ilişkisi için kıvranıyormuşum gibi hissettim. Madem böyle olması gerekiyordu, neden ağlıyorsun!?
O akşam saatlerce içtik, o ağladı ben sıkıldım. Çünkü ben onun en yakın arkadaşı falan değildim. Arkadaşı bile değildim. O ağladıkça ben sıkıldım. Saatlerce içtik. Sonra o bana “sen çok iyi birisin. Hep benim dostum olarak kal. Dostum benim.” Diyerek dizimde sızdı.
O geceden bir hafta sonra barıştılar. Tekrar cıvık ilişkilerini yaşamaya ve paylaşmaya devam ettiler. Ve beni hiç aramadı. –Sanki aramasını bekliyordum.- Onun sahte dostu olarak hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Ve şarabın yalnız içilince güzel bir şey olduğunu bir kez daha anlamış oldum.

            “Dostlarım! Dost diye bir şey yoktur.” dedi şehrin meydanında, ölmek üzere olan bir filozof.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder