Sokağın başında pis bir koku karşılıyor beni.
Soğuk hava yetmiyormuş gibi bir de bu koku… Yine de bu kokuya aldırış etmeden,
yapış yapış olmuş sokaklarda alkol alabilen insanlara anlam veremedim.,
veremiyorum. Onlar, bu pis kokuya alışmışlardı; belki de tüm hayatı böyle
kokuyor olmasından, belki de sadece o anlık mutlu olmak için aldırış
etmiyorlardı.
Ellerim
cebimde, bir nebze soğuğu önemsemeyerek geçip gittim bu mutluluk saçılmaya
çalışılan masaların yanından. Saat gece 2’ye geliyordu. Tek istediğim sıcak bir yere
girip bir bira içmek ve biraz soluklanmak:
O
gün güya, tüm kalıplarımı kıracak, tek başıma çıkacak ve gitmekten çekindiğim,
üşendiğim yerleri gezecektim. O dükkana girecek bir şeyler soracak, o köşe
başındaki büfeden yemek alıp bir köşede yiyecektim… Öyle oldu. Yaptım. Fakat bu
yorgunluk, pişmanlığımla karışıyor ve yükümü çoğaltıyor. Dışarıda bana göre bir
şey yok, umudumun sınırlarını zorluyorum. Sadece bir bira içmek istedim tüm bu
düşüncelerin üzerine.
Gündüz
vakti gittiğim, sessiz sakin bir mekanın kapısına geldim. Ellerim cebimde, pis
kokunun üzerime bulaşmış olmasından rahatsızlık duyarak, kimseyle göz göze
gelmeden kapıdan içeri adımımı atmaya yeltendim. Bir el durdurdu beni. Öyle
yorgun düşmüştüm ki, bu engelle tüm bedenim sarsıldı. Kafamı kaldırdım, yapılı
bir adam; “Damsız almıyoruz.” dedi. “Dam?” diye soruverdim, anlayamamıştım.
“Kız.” diyerek net bir açıklama yaptı. Bir insanın farklı uzuvlarıyla
anılmasının pisliğini de ekledim duygularıma.
Dam.
Tek bir harf fazlalığı yaratarak söylenen bu kelime yanımda olmadığı için içeri
giremedim. Potansiyel bir sapık olarak nitelendirildiğim o yere girmek için
diretmedim. Geri döndüm ve yakındaki tekelden bir bira almaya karar verdim. Tek
istediğim yorgunluğumu atacağım bir bira içmek.
Birayı
aldığım tekelin hemen yanında, bomboş bir mekan vardı. Dışarıya birkaç masa
atmış… Fakat oradan bir şey almadan oturamıyordun. Ve elimde bira, boş
masanın/sandalyenin yanında öylece dikildim.
Sokak
pis kokuyor, sokakta bulunan insanlar yapış yapış olmuş bu sokaktan bile daha
berbat durumdalar. Ağır bir parfüm kokusu kırıyor burnumu. Kasılarak sokakta
dolanan insanlara bakıp; İşte maneviyat! diye haykırıyorum içimden. İşte
gerçeklik!
Alkolün
etkisiyle çökmüş gözlerle birbirlerine sırnaşan çiftler doldurmuş köşe bucağı.
Kimin kimi neresinden öptüğü bile belli değil. Vıcık vıcık hayvani dürtüler
süzülüyor sokağın kenarlarından. İçtiğim tek bir bira elimde ağırlaşıyor. Tadı
zehir gibi.
Sadece,
verdiğim paranın karşılığı olan bu birayı bitirmeden gitmek istemiyorum. Beni
burada tutan tek şey bu şişe oluyor. Kendimi oraya ait hissetmiyorum. Kendimi
böyle büyüyen, gelişen bir insanlığa ait hissetmiyorum. Elimdeki bir şişe biradan bile ucuz bir
arkadaşlık, bağ kurmak istemiyorum.
‘Dam’
denilebilenler, yapışkanlıkla, vıcık vıcık olmayla kazanılabilenlermiş,
anlıyorum.
Birkaç
‘dam’ ile istemeden göz göze geliyorum. Kimisi yüzünü ekşiterek çeviriyor,
kimisi ise tebessüm etmeye çalışıyor alkolün sersemliğiyle. İçtiğim bira iğrenç
bir tat bırakıyor ağzımda artık.
Tüm
bu pisliğin ve uğultunun ortasına bir çöp kamyonu giriyor birkaç dakika sonra.
Elimdeki biranın dibine çeyrek kala çöpe atıp oradan hızlı adımlarla
uzaklaşıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder