5 Aralık 2012 Çarşamba

Cıvık Maneviyat


            Sokağın başında pis bir koku karşılıyor beni. Soğuk hava yetmiyormuş gibi bir de bu koku… Yine de bu kokuya aldırış etmeden, yapış yapış olmuş sokaklarda alkol alabilen insanlara anlam veremedim., veremiyorum. Onlar, bu pis kokuya alışmışlardı; belki de tüm hayatı böyle kokuyor olmasından, belki de sadece o anlık mutlu olmak için aldırış etmiyorlardı.
            Ellerim cebimde, bir nebze soğuğu önemsemeyerek geçip gittim bu mutluluk saçılmaya çalışılan masaların yanından. Saat gece 2’ye geliyordu. Tek istediğim sıcak bir yere girip bir bira içmek ve biraz soluklanmak:
            O gün güya, tüm kalıplarımı kıracak, tek başıma çıkacak ve gitmekten çekindiğim, üşendiğim yerleri gezecektim. O dükkana girecek bir şeyler soracak, o köşe başındaki büfeden yemek alıp bir köşede yiyecektim… Öyle oldu. Yaptım. Fakat bu yorgunluk, pişmanlığımla karışıyor ve yükümü çoğaltıyor. Dışarıda bana göre bir şey yok, umudumun sınırlarını zorluyorum. Sadece bir bira içmek istedim tüm bu düşüncelerin üzerine.
            Gündüz vakti gittiğim, sessiz sakin bir mekanın kapısına geldim. Ellerim cebimde, pis kokunun üzerime bulaşmış olmasından rahatsızlık duyarak, kimseyle göz göze gelmeden kapıdan içeri adımımı atmaya yeltendim. Bir el durdurdu beni. Öyle yorgun düşmüştüm ki, bu engelle tüm bedenim sarsıldı. Kafamı kaldırdım, yapılı bir adam; “Damsız almıyoruz.” dedi. “Dam?” diye soruverdim, anlayamamıştım. “Kız.” diyerek net bir açıklama yaptı. Bir insanın farklı uzuvlarıyla anılmasının pisliğini de ekledim duygularıma.
            Dam. Tek bir harf fazlalığı yaratarak söylenen bu kelime yanımda olmadığı için içeri giremedim. Potansiyel bir sapık olarak nitelendirildiğim o yere girmek için diretmedim. Geri döndüm ve yakındaki tekelden bir bira almaya karar verdim. Tek istediğim yorgunluğumu atacağım bir bira içmek.
            Birayı aldığım tekelin hemen yanında, bomboş bir mekan vardı. Dışarıya birkaç masa atmış… Fakat oradan bir şey almadan oturamıyordun. Ve elimde bira, boş masanın/sandalyenin yanında öylece dikildim.
            Sokak pis kokuyor, sokakta bulunan insanlar yapış yapış olmuş bu sokaktan bile daha berbat durumdalar. Ağır bir parfüm kokusu kırıyor burnumu. Kasılarak sokakta dolanan insanlara bakıp; İşte maneviyat! diye haykırıyorum içimden. İşte gerçeklik!
            Alkolün etkisiyle çökmüş gözlerle birbirlerine sırnaşan çiftler doldurmuş köşe bucağı. Kimin kimi neresinden öptüğü bile belli değil. Vıcık vıcık hayvani dürtüler süzülüyor sokağın kenarlarından. İçtiğim tek bir bira elimde ağırlaşıyor. Tadı zehir gibi.
            Sadece, verdiğim paranın karşılığı olan bu birayı bitirmeden gitmek istemiyorum. Beni burada tutan tek şey bu şişe oluyor. Kendimi oraya ait hissetmiyorum. Kendimi böyle büyüyen, gelişen bir insanlığa ait hissetmiyorum.  Elimdeki bir şişe biradan bile ucuz bir arkadaşlık, bağ kurmak istemiyorum.
            ‘Dam’ denilebilenler, yapışkanlıkla, vıcık vıcık olmayla kazanılabilenlermiş, anlıyorum.
            Birkaç ‘dam’ ile istemeden göz göze geliyorum. Kimisi yüzünü ekşiterek çeviriyor, kimisi ise tebessüm etmeye çalışıyor alkolün sersemliğiyle. İçtiğim bira iğrenç bir tat bırakıyor ağzımda artık.
            Tüm bu pisliğin ve uğultunun ortasına bir çöp kamyonu giriyor birkaç dakika sonra. Elimdeki biranın dibine çeyrek kala çöpe atıp oradan hızlı adımlarla uzaklaşıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder