Zayıf
bedenini geriye doğru atarak kahkahalarla gülüyor. Yaptığı bu eylemde dikkat
çekmek istiyormuş gibi… Gözleri kapalı, başı yukarıya doğru hafifçe kalkmış…
Diğer zamanlar gülümserken, kız olmasının inceliklerini sergiliyor bu kız.
Özenle, renkli ojelerle güzelleştirdiği elini dudaklarına götürerek,
tebessümüne bir sır katıyor. Fakat şimdi karşımda o zarif kızdan eser yok.
Attığı kahkahalar, zariflikten çok uzakta… Birçok hayvanı geride bırakıyor.
O gülerken,
yüzümün mimiklerini siliyorum. “Söylediğim
şey bu kadar komik değildi.” diyorum. O da bunun farkında. Yüzü biraz
kızarırken, gülüşünü kaybediyor. “Biliyorum.”
diyor. Tonlamasında bir savunma hissediyorum. Ahengin bozulmaması adına biraz
sessizlik sağlıyoruz. Konuşmadan anlaşma kısmı adım adım bizi ele geçirecek
gibi. Hoşnutsuzluğum yüzüme yansıyor.
Bacak
bacak üzerine atıyor ve masanın üzerine koyduğu telefonu eline alıyor. Nasır
tuttuğunu düşündüğüm başparmağının boğumunda ince bir yüzük duruyor. Onu
incelerken birkaç dakika önce söylediğim bira geliyor masaya. Garsona teşekkür
ediyorum. Bu sırada ince yüzüklü kız, başını telefondan kaldırmadan “Ya ben bi “white mocha”istiyorum.” diyor.
Garson, başını “tabi” anlamında eğiyor ve kahveyi getirmek üzere gidiyor. Bu “zarif”
kızla göz göze geliyoruz. “Garsonu
tanıyor musun?” diye soruyorum. “Hayır,
neden sordun?” diyor. Sormamın amacı gayet açık geliyor bana. Sabah dışarı
çıkmadan, güzel görünmek adına saatlerce yüzünü gözünü boyayan, parfümler sıkan,
takılar takan bu kız; birkaç saniyesini alacak bir arzusunu dile getirirken
garsonun gözünün içine bile bakmıyor. Çevresindekilere edep, adap dersi veren
bu genç kız, “…”white mocha” istiyorum.” diyor. Aslında işin rezil
tarafı, istediğin basit bir kahve olduğu halde sen bunu; moka, muça, çuça… gibi
kelimelerle dile getiriyorsun. Bu da seni “mühim bir bok içiyorsun” gibi
hissettiriyor. Bu kudretli isteği karşısında övünç duymalıyım sanırım. Kraliyet
ailesinden bir bayanla oturduğumu düşünmemi istiyor sanıyorum. Sorusunu “Hiç” diyerek cevaplıyorum. Başını
tekrar telefonuna eğiyor.
“Telefonunu ne zaman bırakacaksın?”
diye soruyorum. Yüzü düşüyor. Somurtuyor. “Arkadaşım
“tuğitırdan” bir şey yazmış, onu cevaplıyordum.” diyor. Telaffuzunu ettiği
bu site, onun İngilizce bilgisine olan hayranlığımı arttıracak gibi ağzında
eğrilip, gevşiyor. Dolaylı yoldan bir şeyler anlatmaya çalıştığım aciz sorumun,
dandik cevabını alarak susuyorum.
İstediği
mırç (karışım) önüne geliyor. Teşekkür etmek, o güzel dili için bir küfür gibi
oluyor. Ben ise içimden “Ne zarif bir bayan ama.” diyorum. Ve işte bana
söyletmek istediği şey de bu olmalı. Beni ele geçiriyor adeta.
Ona
hiçbir şey soramıyorum. Aslında sormak istemiyorum. O an içimden “Keşke herkes “feysbuk profilindeki” gibi
olsa” diye geçiriyorum. Orada okuduğu kitaplar ne kadar da fazlaydı bu
zarif bayanın! “İnternet âleminin aşk
filozofu” oturuyor karşımda. Kaydolduğu sosyal paylaşım sitesi, pezevengi
olmuş.
Güzelce
ruj sürdüğü dudaklarını aralayıp, temiz Türkçesiyle bana, dün akşam arkadaşının
evinde ne kadar eğlendiklerini ne kadar çok içtiklerini anlatıyor. Havada
yamulup eğrilen kelimeleri zihnimde düzeltmeye çalışırken konunun gidişatını
kaçırıyorum. Acaba ağzında sakız mı var diye düşünüyorum bir an. Fakat attığı o
büyük kahkaha, bana ağzında nelerin olup olmadığını net bir şekilde gösteriyor.
Rezillik çıkarırcasına karıştırdığı çeşitli içkileri bana parmaklarıyla sayarak
anlatıyor. “İşte hayatımın kadını.” diyorum.
Yani tabi eğer reenkarnasyon (ruh göçü) varsa. Bir şempanze olarak…
Anlattığı
bu “eğlenceli” hikâye, bana bir değer katmadığı gibi hayatımdan da iki dakikayı
çalıyor. Aslında burada otururken kaybettiğim saatlerin yanında iki dakika
önemsiz kalıyor. Bu zarif kız ise anısını anlatırken tekrar yaşıyor ve tekrar
eğleniyor.
Biramın
sonuna gelirken kendime “Ben neden buna
katlanıyorum ki?” diye soruyorum. Neden kalkıp gitmiyorum? Sonra
hatırlıyorum; Şu kızı da düzeyim, temelli kalkıp gideceğim zaten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder